Felsefenin İlkeleri adlı eserinde Descartes ilk bölümünü metafiziğe ayırmaktadır. Düşünürün yaşadığı dönem itibariyle kolejlerde metafiziğin kitapların en son konuları arasına konulmasıyla tezat oluşturan bu yaklaşım felsefeye yeni bir boyut kazandırmaktaydı. Descartes bu metodla adeta şu hakikati fısıldamaktadır; “Varlığı var edeni bilmeden var olanı anlayamazsınız”. Bu bağlamda düşünür ilk önce Tanrı’yı algılamayı uygun bulur ve Tanrı düşüncesi üzerinde yoğunlaşır. Descartes’in Tanrı’nın varlığını ispat etme üzerine verdiği misaller ve deliller de çok ilginçtir. Geometri ilkeleriyle Tanrı’nın birliğine ulaşma gayreti Descartes’i doğu ve batının gözünde iyice yüceltir. Düşünür bu konuda şöyle der;
“Bundan sonra başka hakikatler aramak isteyerek, geometricilerin konusunu ele alıp,en basit ispatlarından bazılarını gözden geçirdim… ve herkesin onlara atfettiği bu kesinliğin ancak onların apaçık olarak anlaşılması üzerine dayandığını görerek, onlarda konularının varlığını sağlayan bir şey bulunmadığını fark ettim. Zira mesela, bir üçgen farzedince, onun üç açısının iki dik açıya eşit olması gerektiğini pek iyi görüyordum; halbuki olgun bir varlık fikrini tetkik ettiğimde, varlığın onda tıpkı bir üçgende edindiğim fikirde üç açısının iki dik açıya eşit olduğunu görüyordum; dolayısıyla da bu olgun varlık olan Tanrının var veya mevcut olması, hiç değilse en az herhangi bir geometri ispatı kadar doğrudur.”
Descartes Tanrı’nın varlığını ispat etmeye çalışırken bilerek ya da bilmeyerek Kur’ani bir metod uygulayıp uygulamadığını bilemiyoruz ama şunu da belirtmeliyiz ki Kur’an’da “teke ve çifte” yemin eden Tanrı’nın Kur’an’ın ayetleriyle Descartes’in düşünceleri arasında paralellikler görmekteyiz.
Peki Descartes’i böyle düşünmeye iten sebepler neydi? Acaba yaşadığı skolastik devirde çevresinden gelebilecek tepkileri dağıtmak için mi Tanrı’nın ipine sarılmıştı Descartes? Yoksa ondaki Tanrı ve O’nun gönderdiği hakikatlere inanma saf bir inanç mıydı? Bu soruların cevapları şüphesiz bakış açımıza ve ideolojimize göre şekillenecektir. Mesela bir ateist veya komunist Descartes’i ele alırken ondaki Tanrı fikrini devrinin skolastik baskısından kurtulmak için sığındığı bir liman olarak size anlatacaktır. İnançlı-dindar birisi ise Descartes’i anlatırken ondaki derin imandan dem tutacaktır.
Bize göre inanç noktasında tabiatı hakikati anlamak için kullanması Descartes’i inanç noktasında kendine özgü bir düşünür yapmaktadır. Geometriyle uğraşması O’nu mantıksallığa iterken akıl ve mantık ilkelerini metafiziği algılamak için kullanmak istemiştir. O’na göre Tanrı yarattığı eşya, tabiata yansıttığı sanatıyla bilinir. Çünkü Tanrı cisimli değildir ve Tanrı bilinmedikçe başka hiçbir şey hakkında kesin bilgiye ulaşılamaz.
Descartes’teki yüzeysel açıklamaya çalıştığımız metafiziğe bakış açısını daha derince yapacağımız ileri bir çalışmaya havale edip Descartes’in şüphecilik üzerinde durmak istiyoruz. Descartes İnsan Bilgisinin İlkelerinden söz etmeye başlarken şöyle der; “ Hakikati arayanın hayatında bir defa bütün şeylerden gücü yettiği kadar şüphe etmesi gerekir.”
İnsanın cahilliğinden kaynaklanan taklidi düşünce ve hareketlere savaş açan Descartes’in hakikat yolunda attığı ilk ve en önemli adım bu olsa gerek. Sonradan öğrenme kabiliyetiyle donatılmış olan insan hayatının çocukluk evresinde öğrenmeye başladığı hayat ilkelerini yanlış veya doğru aile ve çevresinden öğrenmektedir. İnsan bu devrede görüş ve düşüncelerini oluştururken seçicilikten uzak, sunuları mantık süzgecinden geçirmeden kabullenen bir görünüm arz eder. Yalnız şunu da ifade etmeliyiz ki insan sahip olduğu din-ideal v.b fikirler yörüngesinde kutsal değerler hususunda şüphe ederken bir bilge gözetiminde veya konunun uzmanı kişiler eşliğinde şüphelerini gidermesi daha uygundur. Çünkü her insanın hakikati bulacak yeterli kapasiteye ulaşması farklı farklıdır. Bu itibarla insanların hakiki manada hakikate ulaşmış olmaları güzel olmakla birlikte taklidi de olsa hakikat yolunda olmaları güzeldir. Bunu kısa bir cümlecikle ifade edecek olursak ; güneşe ayna olmak güzeldir, fakat güneş olup ışık saçmak daha güzeldir.
Descartes hakikate ulaşma yolunda şüpheyi tavsiye ederken temkinli olmayı da ihmal etmez. Bundan dolayı derki; “Bu şüpheyi asla işlerimizi sevk ve idarede kullanmamalıyız.” Descartes’e göre şüphe hakikate ulaşma yolunda bir amaç değil, araçtan ibarettir.
DDuyulur şeylerin hakikatinden niçin şüphe edilebilir?
Duyuların yetersizliği günümüzde iyice aşikardır. Havada uçuşan moleküllerden sayısız ışınlara, hücreden atomlara v.b. birçok varlığı muhakkak olan maddeleri göremiyoruz. Bunlara biz aklımızı ve ruhumuzu da ekleyebiliriz. Demek varlığı algılarken şüphesiz ki duyular yetersiz ve aldatıcıdır. Descartes bu durumdan yola çıkarak şöyle der “ Şimdiye kadar en doğru ve şüphe götürmez olarak kabul ettiğim şeylerin hepsini duyulardan veya veya duyular yolu ile öğrendim. Halbuki bu duyuların bazen aldatıcı olduklarını kendim tecrübe ettim; bunun için bizi bir defa bile aldatanlara hiçbir zaman güvenmemek tedbir iktizasındandır.
“Düşünüyorum Öyleyse Varım”
Descartes’in kitabeleşen bu sözü, Descartes Felsefesi’nin de temelini teşkil eder. Felsefenin ilk ilkesi olarak kabul ettiği bu hakikati Descartes “metod üzerine konuşma” adlı eserinde şöyle ifade etmektedir. “Fakat bundan sonra her şeyin yanlış olduğunu bu şekilde düşünmek istediğim esnada, bunu düşünen benim zorunlu olarak bir şey olmam gerektiğini fark ettim. Ve şu düşünüyorum öyleyse varım, hakikatının şüphecilerin en acayip farizelerinin bile sarsmaya gücü yetmeyecek derecede sağlam ve emin olduğunu görerek, bu hakikati aradığım felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeye tereddütsüz karar verdim” Descartes’i yorumlarken satır aralarında karşılaştığımız hakikat ifade eden cümlelerde düşünürün sevinç çığlıklarını görmekteyiz. Descartes şüpheyi kullanarak vermekte olduğu hakikat kırıntılarından dolayı son derece mutludur. Bizce Descartes’in bu sevinç ve mutluluğunun asıl kaynağı düşünürün karanlık içindeki ruhuna yanan hikmet ışıklarından kaynaklanmaktadır.