İbn-i Haldun Avrupa’da 20. asrın başlarına kadar bilinmeyen büyük bir sosyolog ve siyaset bilimcidir.Aslında İbn-i Haldun’u ne doğu ne de batı hakkıyla kavramış değildir.
İbn-i Haldun’un devlet ile ilgili görüşlerini irdeleyeceğimiz bu çalışmalarımızda Descartes’in felsefesinin ilkeleri adlı eserinde hakikati algılama yolunda uyguladığı “ İnsan hakikati ararken çocukluk ve sonrası önyargı içeren düşüncelerden arınmalıdır.” prensibiyle hareket etmeye çalışacağız. Çünkü 21. yy penceresinden geçmişi, özellikle Arap toplum ve düşüncesini incelerken ilk etapta aklımıza eğitimsiz, geri kalmış, batının hegemonyasına boyun eğmiş günümüz Arap toplumu gelmektedir. Oysa ki 622’de Muhammed Peygamber tarafından temelleri atılan Arap site devleti 632-666 yılları arasında bir nevi cumhuriyet rejimi yaşamış, Muaviye’den sonra gelenekselleşen halifelik makamı babadan oğula geçmeye başlamıştır. Emevi ve Abbasi’yle şahlanan Arap medeniyeti Endülüs, Şam, Bağdat, Buhara , Semerkant gibi ilim merkezlerinin doğuşuna sebep olmuştur.
İbn-i Haldun’u incelerken onun bir sosyolog mu, tarihçi mi yoksa bir siyaset bilimci mi olduğunu pek ayırt edemedik. Bu durum yazarın yaşadığı dönemde bu bilimlerin kesin çizgilerle ayıt edilmediğini , fakat temellerinin atıldığını göstermektedir.
Tunus, Cezayir, Fas, Endülüs, Memluk ülkesi Mısır’da şekillenen oldukça renkli ve hareketli bir hayat yaşamış olan İbn-i Haldun’un ilk devlet tecrübesi henüz 20 yaşında Tunus hükümdarı Ebu İshak’ın katipliğini yapmaya başlamasıyla başladı. Çocukluk yıllarında Kur’an ve diğer İslami ilimlerde derinleşen yazar belirttiğimiz gibi oldukça genç bir yaştan başlayarak devlet tecrübesi edinmiş, karşımıza düşündüklerini pratikte uygulayan bir İbn-i Haldun çıkmıştır.
İbn-i Haldun’a göre;
- Devlet ve genel devlet ancak kabile ve yakınlık bağının yardımıyla oluşur.
Yazar bu görüşü kişi psikolojisini daha da genişletip topluma uygulayarak bir nevi tüme varımla açıklamaya çalışır. Mukaddime’de derki “Koruma coşkusu gösterme, korumak için atılıp haykırma ve arkadaşı uğruna canını bile vermekten çekinmeme, yakınlık bağında vardır ancak.[1]
Yazara göre, egemenliğin çekici gücü ve egemenlik isteği akraba gruplarını bir araya getirir. Fakat insanlar devlet kurumsallaştıktan sonra bu durumu unutur.
İbn-i Haldun’un bu görüşü günümüz yönetim sistemlerinde özellikle ikincil ve üçüncül devlet yapılarında halen daha geçerlidir. Ülkemizde hemşehricilik, Orta Asya ülkelerinde cüz ve ru sistemlerinin kişilerin değil de sistemlerin hakimiyeti İbn-i Haldun’un bu görüşünü desteklemektedir. Fakat sistemlerin hakim olduğu devlet yapılarında bu duruma az rastlanır.
- İyice yerleştikten ve oturduktan sonra, devlet egemenliği için yakınlık bağına gerek kalmaz.[2]
İbn-i Haldun bu maddeyi açıklarken devletin egemenliğini kabullendikten sonra insanların yönetime boyun eğeceğini belirtir. Babadan oğula veya yakın bir akrabaya intikal eden yönetim artık insanlarca irdelenemez. Hatta zamanla yönetime itaat dini bir vecibe haline gelir. İnsanlar artık bu yolla –yönetime itaat yoluyla- dinsel inançlarını korumakta olduklarını zannederler. Burada bir konuya açıklık getirmeyi uygun buluyoruz. Semavi üç büyük dinin akidelerince de yönetime boyun eğmek bir zorunluluk olarak kabul edilir. Fakat nedendir bilinmez saltanat veya halifelik eksenli bir yönetimde kralın oğlunun yönetimin tek varisi olduğu sorgulanmaz.
Egemen aileden olanlar ellerindeki egemenliği sürdürebilmek için çevrelerindeki aile veya kullarından destek alır. Yazar bu görüşünü Abbasiler’deki akraba desteğini ve Mutasım’la bozulan bu desteğin Türkler tarafından desteklenişini misal olarak verir. İbn-i Haldun Abbasiler misalini Batı Afrika’da Sinhace kabileler topluluğunun kurduğu devlet yapısını ve Endülüs’ü misal vererek kuvvetlendirir.
İbn-i Haldun devletin kurulup ayakta kalabilmesinde yakınlık bağının gereksinimine iyice kendini kaptırmıştır. Yazar burada “Siracü-l Mülük” adlı eserinde; her aybaşı belirli bir ücret alan aylıklı askerlerle devletin ayakta tutulabileceğini düşünen Turtuşi’yi iyi bir dille
eleştirir. Turtuşi’ye yönelik “ Turtişi işte bunu genelleştirmiş, genel bir söz etmiştir. Ve devletin kuruluş dönemi koşullarını kavrıyamamış, bir devlet kurulurken yakınlık bağına dayanmak zorunda olduğunu, bu bağ olmadan devletin yetkinleştirilemeyeceğini değerlendirememiştir.” der.
İbn-i Haldun’un bu görüşü günümüz açısından ne ifade eder? Bu sorunun cevabını almak için son yüzyılda veya dar anlamda son 10 yılda kurulan devletlere bakmamız yeterlidir. Balkanlar’dan Arap dünyasına ve dağılan Sovyet coğrafyasına göz atınca İbn-i Haldun’un görüşlerinden izler buluruz.
* Devlet egemenliğine ilişkin gerekli özelliği olan bir aile yakınlık bağına gerek kalmadan, yeni bir devlet kurabilir.[3]
Yazarın bu görüşünde açıkça biz tecrübe ve tarih bilgilerinden faydalanarak ulaştığı yargıları görmekteyiz. Uzak Batı’da (Fas’ta) İdrisoğulları, Kuzey Afrika’da ve Mısır’da Ubeyde oğullarının tarihleri misal gösterilerek ortaya atılan bu sav İbn-i Haldun ve öncesi tarih için, daha doğrusu Arap tarihi için geçerli olan bir yargıdır ve siyaset bilimi açısından genele uygulanamayacak oldukça zayıf bir savdan ileriye gitmez.
* Genel saldırısı ve büyük egemenliği olan devletler din temeline dayanırlar. Bu dinde ya bir peygamberlikten, ya da hakka –gerçeğe- çağrıdan oluşur.[4]
Siyasi tarih bu görüşünde İbn-i Haldun’u haklı çıkarmaktadır. Geçmişten günümüze uzanan tarih yazarı destekleyen misallerle doludur.
İran Kisrası, Abbasiler, Emeviler, Bizans, Roma, Selçuklu, Osmanlı, Memluklar ve daha sayabileceğimiz nice devlet din yörüngeli hareket etmiş ve başarı kazanmışlardır. Günümüz itibarıyla; İsrail, ABD, İran dini motifleri siyasi düşüncelerinde ön planda tutmaktadır. Bize göre yakın gelecekte halklar iyice dindarlaşacak, fakat devlet tamamen seküler bir yapı kazanacaktır.
* Dinsel çağrı, gücünü yalnızca sayısal durumundan alan yakınlar topluluğuna ek bir güç olarak katılır ve devletin temelini güçlendirir.[5]
İbn-i Haldun’un devlet görüşünde din devleti oluşumunda ve bekasında temel faktör olmamakla birlikte yabana atılacak bir unsur değildir. Belki de onu bu düşüncelere sürükleyen sıkı bir dini eğitimden geçmiş olmasıyla birlikte dinin önemli bir vazife gördüğü bir toplum içerisinde yaşamış olması etkindir. Fakat İbn-i Haldun din derken genelde İslam’ı anlar veya İslam’ı ön plana çıkarır. Misallerinde İslamın ilk dönemlerinde Arapların İran ve Bizans’la yaptıkları ve sayıca çok az olmalarına rağmen zaferle sonuçlandırdıkları Kadisiye, Mercidabık gibi savaşları gösterir.
* Dinsel çağrı yakınlık bağına, kabile gücüne dayanmadan sonuca ulaşamaz.[6]
Bu düşünce İbn-i Haldun’un sosyal çevreyi ve insanı çok iyi mütala ettiğini göstermektedir.İbn-i Haldun’un bu görüşü sanayi devriminin akabinde milliyetçilik adı altında toplumların ve devletlerin kan bağı esasına göre devletleşmeleriyle kendisini gösterir. Çok kültürlü veya etnik yapılı devletlerde devletin ekonomik veya siyasi anlamda güçlü olduğu dönemlerde kabile gücüne dayanmayan devlet yapıları da ayakta kalabilmektedir. Fakat ekonominin zayıflaması halinde ümmetçi yapılar bozulurken milliyetçi devletler daha uzun ömürlüdürler.
* Her devletin, ülkeler içinde alabileceği payın bir sınırı vardır. Bu sınır aşılamaz.[7]
“ Devletin gücü merkezde çevreye doğru ışınların ve aydınlığın kaynaklardan çevreye yayıldığı gibi yayılır, yada içine taş, ağaç atılan suyun yüzeyindeki dalgaların birer çember niteliğinde, merkezden çevreye doğru yayılışları gibi… Sonra, devlet kocamışlık gelip çatınca ve güç ve yetersizliği belirince, bu kocamışlık ve yetersizlik çevreden merkeze doğru eksilmelere yol açar. Merkez devletin tüm egemenliğinin yıkılıp gitmesine Tanrının izni oluncaya dek korunur. Devlet tümden yıkıldığı zaman ancak o zaman yıkılır merkezdeki egemenlik.”
İbn-i Haldun’un bu görüşü günümüzde de zaman zaman dile getirilmekle birlikte, tarihle birlikte etkinliğini kaybetmiş, günümüz devlet sistemi açısından geçersiz bir görüştür. Modern teknolojiyle gelen imkanlar devletin merkezi kuvvetinin gelecekte daha da tabana yayılacağını göstermektedir.
* Bir devletin büyüklüğü, genişliği ve ömrünün uzunluğu ayakta tutanların ömrünün azlığı ve çokluğu oranındadır.[8]
İbn-i Haldun kendi tarih bilgisi ve tecrübeleri ışığında kaleme almış olduğu bu düşünce sadece tarihi ilgilendiren bir realitedir. Bize göre günümüz koşulları açısından bir anlam ifade etmemektedir.
* Çok ve çeşitli kabile ve boyların bulunduğu ülkelerde güçlü, sağlam devlete çok çok az rastlanır.[9]
* Ululuğu paylaşmayıp tek egemen olmak devletin doğal gereklerindendir.[10]
Bu iki görüşten birincisi olan toplumdaki farklılıklar günümüz açısından özellikle belirli bir refah seviyesine ulaşıp piyon olmaktan kurtulan devletler için dezavantajlığını yitirip avantaj haline gelmiştir.Çok kutuplu bir toplum, çok kutuplu bir düşünce sistemi meydana getirir. Renkli düşüncelerin aynı potada toplanması bize göre topluma ve ülkeye zarar getirmez. Bilakis bu durumda daha medeni, daha çok boyutlu düşünebilen bir sistemin doğuşu söz konusudur.
Ululuğu paylaşma konusuna gelince modern devlet yapısında egemenliği tavandan tabana yaymadıkça devletin ömrü ve gücü o kadar az olacaktır.Günümüz insanı artık tek liderin arkasından kayıtsız şartsız gitme lüksünü bırakmıştır. İbn-i Haldun’un bu iki görüşü 18. yüzyıla kadar olan dönem itibariyle sadece Arap yarımadasını ilgilendirir.
- Gönenç ve parlak yaşam, devlete egemen olmanın doğallıklarındandır.[11]
Bu kuralı biz bugün siyasi istikrar olarak tanımlıyoruz. Siyasi istikrar ekonomik ve kültürel yapısı iyice küreselleşmeye devam eden dünyamızda ülkelerin kalkınmasında en önemli role sahiptir; öyle ki bir ülkeyi zayıflatmak için siyasi istikrarı bozmak yeterlidir. Günümüz açısından hiçbir devlet siyasi istikrarını garanti altına alamaz.21. yy devlet yönetim sisteminin bize göre en zayıf noktası budur.
- Rahat ve huzur, devlet egemenliğine ulaştıktan sonrasının doğallıklarındandır.[12]
- Devletin doğallığı gereği tek kişi ululuk ve egemenliği kurduktan, egemenler ve koruyucu güçler (askerler) için gösterişli, rahat bir yaşam sağladıktan sonra, devlet artık kocamışlık dönemine yönelmiştir.[13]
İbn-i Haldun’un ifadesiyle yakınlık bağıyla kurulan devlet zamanla bayındır hale gelecek ve halkla yönetimin lükse dalışıyla miadını dolduracaktır. İbn-i Haldun’da devlet bu durumda çocuğun doğup büyümesi ve yaşlanıp ölmesi gibidir. Bize göre İbn-i Haldun devleti oluşturan halkın lüks ve israfa dalışıyla çökmesi hususunda haklıdır. Fakat 21. yüzyılda devletlerin hem kuruluşları hem de yıkılma sürecine girişleri zordur ve gün geçtikçe daha da zorlaşacaktır. Çünkü devlet günümüzde kişilerce değil sistemlerce idare edilme sürecine girmiştir.
Genel olarak İbn-i Haldun’un devlet görüşüne baktığımızda yazarın devlet görüşünü derin tarih bilgisi ve tecrübe dolu hayatından aldığını görmekteyiz. Fakat şunu da belirtmeden etmeyeceğiz ki yazar devletle alakalı görüşlerini sunarken Arap Yarımadası’nın içine hapsolmuştur. Şüphesiz dünyayı 7 iklim bölgesine ayırıp geniş bir ufuktan meseleyi ele almaya çalışan İbn-i Haldun bu konuyu biraz dar kapsamda işlemiştir diyebiliriz.Çünkü yazar yaşadığı dönem ve öncesine ait dünyaya damgasını vurmuş ne Selçuklu’dan, ne Osmanlı’dan ne de Bizans’tan bahsetmemektedir.
[1] s.359
[2] s. 360
[3] s.364
[4] s.366
[5] s.366
[6] s.368
[7] s.378
[8] s. 375
[9] s. 378
[10] s.381
[11] s.381
[12] s.384
[13] s.384