Türkiye Cumhuriyeti 1950″den buyana geçen yarım asra yakın süreye rağmen, tam anlamıyla bir demokrasi henüz kuramadı. Bu zaman zarfında nispeten yarışmacı seçimlere dayanan demokratik siyaset süreci, askeri müdahaleler yüzünden -ikisinde tam (1960-61 ve 1980-83) ikisinde kısmi (1971-73 ve 1997-2002) olmak üzere- dört defa kesintiye uğratıldı. Dolayısıyla Türkiye çok partili seçim yarışında acı tecrübelere sahip bir ülkedir denebilir.
Askeri darbelerle her seferinde kolu kanadı kırılarak çıkan Türkiye demokrasisi her askeri darbenin akabinde biraz daha kabuğuna çekilmeye zorlandı. Ülkedeki farklı ırk,grup,cemiyetler kendilerini ifade edemezken asker ve sivil demokrasi yani devlet giderek güçlendi. Türkiye’de demokrasi uzun yıllar tartışılmak şöyle dursun anayasaya hapsedilen bir kavramdan ibaret kaldı. Türkiye vatandaşları inançlarından düşüncelerinden dolayı hapse atıldı.1960″lı, 1970″li, 80″li, 90″lı yıllar, demokrasi adına, Türkiye de böyle gelişti. Ülkede farklılıklar hep hor görüldü 141, 142, 163. maddeler, ölüm cezası Türk insanını Cumhuriyet tarihi boyunca takip etti.
Türkiye arkada bıraktığı demokrasimsi yıllarını baskı üzerine bina etti. Ülkedeki kimlikler üzerinde gerek ana dilde eğitim gerekse sözlü-yazılı-görüntülü basın Türkçe’yle sınırlandırıldı. Yapılan bu baskı tepkilere neden oldu, tepki verenler cezalandırıldı. Türkiye- de kimlikler yıllarca gizli bir baskının kurbanı oldu.
Türkiye de gizli askeri rejim uygulanmaktadır. Her ay toplanan Mgk toplantısında askerlerin büyük bir çoğunlukta yeralıp alınan kararlardaki ağırlıkları düşünülürse Türkiye de yarı askeri yarı demokrasi rejimi uygulanmaktadır.
Sami Selçuk demokrasinin özelliklerini şu şekilde anlatmaktadır: “Demokrasi hukukun üstünlüğüne inanır… Demokrasi, özgürlükçü olmalı, hiçbir inançtan yana olmamalıdır. Demokrasi her açıdan çoğulcu olmalı, devlet farklılıkları özendirmelidir. Demokrasi, yasamada, yürütmede ve yargıda katılımcı olmalıdır. ” bu bağlamda Türkiye demokrasisini değerlendirecek olursak Türkiye’de karşımıza yarı demokratik bir tablo çıkmaktadır.
Türkiye”nin, literatürdeki hakim yaklaşımı alt üst edercesine, adeta kronik bir “demokrasiye geçiş” yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, “seçim demokrasisi” (electoral democracy) terimi de Türkiye”nin durumuna tam uyar görünmektedir. Bu terimle, siyasi iktidarın nispeten dürüst ve yarışmacı seçimlerle belirlendiği, ancak sivil ve siyasi özgürlüklerle hukuk devleti güvencelerinin zayıf olduğu siyasi sistemler kastedilmektedir. Bunun yanında, seçim demokrasisi genellikle otoriter rejimden demokrasiye geçiş yolunda bir eşik olarak görülmektedir. Gelgelelim, Türkiye”de bu geçiş işi, yukarıda belirttiğim gibi, kronik bir hal almıştır.[1]
M. Erdoğan Türkiye’nin siyasi rejimini tanımlamaya yönelik kaleme aldığı makalesinde şöyle devam eder: “O zaman, bu sui generis duruma daha isabetli bir teşhis koyabilmemiz için ufuk açıcı başka bir ışığa ihtiyacımız var. Sanıyorum, “demokrasiye geçiş” literatüründe bu konuda bize yardımcı olabilecek bir, hatta iki görüş daha var. Nitekim, bir Amerikalı siyaset bilimci (Thomas Carothers), birkaç yıl önce, “demokrasiye geçiş” literatüründe paradigma değişikliğine yol açabilecek bir görüş ortaya attı. Buna göre, söz konusu karma rejimlerle ilgili kafa karışıklığının çoğu, totaliter veya otoriter rejimden kopan ülkelerin, böyle yapmakla otomatik olarak demokrasiye geçmekte olduklarına dair yanlış bir varsayımın benimsenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekte ise, bu ülkelerin bir çoğu hiç de demokrasiye yönelmiyor, sadece özü aynı kalmak üzere kılık değiştiriyorlar. Bunların bir kısmı belki totaliterlikten vazgeçiyor, ama bu sefer değişik kılıklar altında otoriter yönetimler kuruyorlar. Bir kısmı ise zaten otoriter olan rejimlerine demokratik biçimlere benzeyen parçalar monte ederek otoriteryanizmi maskelemeğe çalışıyorlar.” [2]
Türkiye açısından bugün gelinen noktada geri dönülmesi mümkün olmayan demokrasi yolunda hızla ilerlemektedir. Son dönem itibariyle anayasadan 141, 142, 163. maddelerin çıkartılıp, ölüm cezasının kaldırılması, Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde hızla çıkartılan ana dilde eğitim, basın-yayın hakkı vb. kanunlar Türkiye’de tıkanmış olan demokrasinin önünü kısmide olsa açmış durumdadır.
Günümüz Türkiye’sini ve sahip olduğu yarı demokratik sistemi bugüne taşıyan saikleri irdeleyecek olursak karşımıza modernizim ve postmodernizim kavramları çıkmaktadır. Türkiye ilim ve teknolojide olduğu gibi düşünce ve yönetim açısından da batının arkasında yer almaktadır. Aydınlanma çağıyla birlikte sanayi ve demokratik yapılanmayla gerçekleşmeye başlayan batı modernizmi Türkiye’de sancılı uzun bir dönemin ardından 1950 sonrasında hissedilmeye başlanmış, zaman zaman kesilerek bugüne ulaşmıştır. Fakat Türkiye modernizmi tartışıp toplumsal yapısına hazmettiremeden batıda 1980 lerden itibaren postmodernizmden bahsedilmeye başlanmıştır. Post modernizmin batıda da henüz tam anlamıyla anlaşılmamış oluşu Türkiye’de bir kavram paradoksuna yol açmıştır.
Postmodernizm sözcüyü yeni düşüncelerin,yeni davranış biçimlerinin,yeni siyasal ekonomik ve kültürel gelişmelerin çözümlenmesinde ve nitelenmesinde tanımlayıcı öğe alarak sürekli kullanılmaktadır.[3] Keyman’a göre postmodernizm, bilimden dine, bireyden devlete kadar, kültürel bütün boyutları içerisinde kullanılmaya başlanan postmodernizim kavram olarak neyi nitelediği, neyi açıkladığı belli olmayan bir sözcük haline gelmiştir.
1980’li yıllarda yapılan sosyo-kültürel tartışmalar, genelde “birşeyin” sonu yada “kriz”ine ilişkin önermeler üzerine odaklaştı; ideolojinin sonu, tarihin sonu, “sosyal” katogorisinin sonu, işçi sınıfının sonu, Marksist söylemin krizi, sosyal demokratik söylemin krizi, refah devletinin sonu yada krizi gibi.[4] Bu anlamda, postmodernizim modern toplumun ve modernist sorunsalın içine girmiş olduğu krizin bir ifadesi, bir yansımasıdır. Bu krizi yansıttığı noktaya kadar postmodernizim rahatsız edici bir sözcük değildir. Aksine, bir durumu betimlediği için faydalı ve işlevseldir.[5]
Postmodernizmin anlaşılıp tartışılmasında karşımıza beş ayrı yaklaşım tarzı çıkmaktadır. Jameson tarafından ortaya atılan görüşe göre postmodernizim Geç-kapitalizmin kültürel mantığı olarak ortaya çıkmıştır. İkinci dünya savaşından sonra özellikle 1960’lı yıllardan sonra hızlanan bu süreç kültürel bir yapı arz eder.[6] Sanayi sonrası toplum kavramını siyaset bilimine sokan Daniel Bell ve Poster, Lyotard gibi düşünürler sanayi sonrası toplumun postmodernizmin temeli olarak kabul ederler. Onlara göre postmodern toplumda modern toplumdaki emeğin yerini bilgi, bilişi, sibernetik gibi kavramlar almıştır ve postmodernizim emekten bilgiye geçişin ifadesidir. Jeks ise posmodernizmi sanattaki anlayış değişikliğine, amiyane tabirle serbestliğe bağlar. Faucault ve Derrida postmodernizmi çok daha farklı bir açıdan ele alarak postmodernizmin modernitenin içsel eleştirisinden ortaya çıkmış olduğunu iddia ederler. Onlara göre postmodernizim modernizme yöneltilmiş eleştirisel bir söylem tarzıdır.[7] Batı sanayi toplumunda 1960 yıllarından başlayan sürecin toplumsal dokuda yapmış olduğu etki neticesinde ortaya çıkan ırk,çevre,anti nükleer, insan hakları vb. kimliklerle örgütlenen insanlar postmodernizmin kimliksel yanını ortaya çıkardı. F. Keyman bu durumu şöyle değerlendirmektedir: “ Bu hareketleri postmodernist bir bağlama sokan, bu anlamda yaşamın farklı biçimlerinin meşruluğunu ve özgünlüğünü savunan kimlik politikası ve çoğulcu siyaset anlayışıdır. Diğer bir değişle, postmodern politika anlayışı en genelde kimlik politikasının yaşama geçirilmesidir. Özelinde ise postmodern politika anlayışı, modernist söylemlerin toplumsal kimlikleri ussal birey yada sınıf katagorisi içine özümseyerek geliştirdikleri demokrasi kavramının farklılıkların tanınmasına dayalı radikal demokrasi kavramıyla yer değiştirmesi anlamına gelir. Sonuç olarak postmodern kimlik politikası, sivil toplumun farklılıkların tanınmasına dayalı demokratikleşme sürecini tanımlar ve temelini böylece yeni toplumsal hareketler üzerine kurar.[8]
Postmodernizmin farklı tanımlanmış biçimleri, farklı çözümleniş tarzları, diğer bir deyişle, postmodernizm nedir sorusuna yanıt bulmadaki zorluk, postmodern söylemin bu sınırlı ve esnek yapısından kaynaklanır. Aynı şekilde, postmodernizi bütün olarak reddetme ya da modernist sorunsalın bitişi ve yerine yeni bir yapının, durumun oluşumunun simgesi olarak kökten kabulü gibi indirgemeci ve bütünselleştirici siyasal konumlar da postmodern söylemin tutucu ve reformist siyasal stratejisiyle eklemlenebilme özelliğinin sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu anlamda, postmodernizm sorununa yanıt ararken, postmodern söylemin sınırlarını ve esnekliğini tanımak söylemin işleyiş tarzının ve sorduğu soruların modern toplumun çözümlenmesinde bize ne tür faydalar sağlayacağını araştırmak ve en önemlisi, söylemin toplumsal hareketler tarafından yaşama geçirilen kimlik politikasının anlaşılmasında katkısını anlamak hem kuramsal hem de siyasal pratik bağlamında postmodernizmi tanımlama çabasından daha anlamlı ve verimli bir yol olarak gözükmektedir.[9]
Modernizim ve Modernizim sorası kavramları beraberinde yeni kavramları getirmiştir. Şüphesiz bunlardan en önemlisi kimlik kavramıdır. Özellikle sanayi sonrası ortaya çıkan yeni dünya görüşleri içerisinde kadın, insan hakları, milli kimlik,din, yerel-bölgesel kimlikler vb. yeni kavramlar ön plana çıkmış veya çıkartılmıştır.
Bu katagoriler arasında en kesin ve temel olanı cinsiyet katagorisidir. Cinsiyete dair sınıflar, değişmez olmamakla birlikte, evrensel ve bütüne şamildir. Belli bazı ülkelerde feminizmin yükselişine rağmen modern dünyada cinsel kimlik yeryüzünün her köşesinde diğer kolektif kimlik türleri karşısında kaçınılmaz olarak daha zayıf kalmakta ve zaten olağan bir durum olarak kabul görmektedir. Coğrafi olarak ayrılmış sınıflara bölünmüş ve etnik olarak bölük pörçük edilmiş cinsel ayrımlaşmalar, şayet kolektif bilinç ve eğlemliliğe ilham kaynağı olacaklarsa yüksek tutunumlu daha başka kimliklerle ittifak yapmak zorundadırlar.[10]
Sanayi sonrası toplumda yerel ve bölgesel kimliklerin ön plana çıkması, kapitalizmin kölesi olduğunun farkına varan sosyo-ekonomik bir toplumsal katogorinin varlığı, dinsel kimliğin kendini hissetirmesi ve milliyetçiliğin tekrar alevlenmeye başlaması özellikle modernizmi ve postmodernizmi yaşamakta olan ülkelerde büyük değişikliklere yol açacaktır.
Olacak olan bu değişiklikleri olumsuz olarak kabullenmemek gerekmektedir. Değişim her ne kadar ayak uyduramayanlar çıkacaksa da gelişimden ibarettir.
Türkiye’nin 1950 sonrasında demokratik gelişim sürecine tekrar göz atacak olursak, modernizim ve postmodernizim bağlamında bu kavramların halk olarak tam anlamıyla benimsenmediği daha doğrusu anlaşılamadığı görülür. Sanırım Türkiye’de ki dini ve kültürel farklılıkların hazmedilemeğişi çağı yakalayamamanın, Sami Selçuğun ifadesiyle “çağcıl” olamamanın bir sonucudur.
21. yüzyıla girerken Türkiye’de de devlet toplum ilişkilerinin demokratik bir tarzda yeniden yapılanması gereksinimiyle karşı karşıyayız. 1980-sonrası dönem, bu gereksinim bağlamında ciddi bir paradoksu içeriyor: bir taraftan “demokrasiye olan bağlılık” yalnızca sivil toplum örgütleri demokratlar tarafından değil, aynı zamanda ironik olarak, devlet ve siyasi seçkinler tarafından da sürekli ve sıklıkla dile getirilirken ve “demokrasi referansı” sivil toplumdan siyasi topluma kadar, neredeyse her eylemin ve kararın “meşriyet zemini” olarak kullanılırken, diğer taraftan insan haklarından düşünce özgürlüğüne, “sivil hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasından ”farklılıkların ifade edilmesi ve siyasal alana taşınmasına” ve bireylerin günlük siyasal yaşamları içinde “ontolojik bir güvensizlik duygusuyla” yaşamalarına kadar geniş bir toplumsal yelpaze içinde “demokrasiye ve devlet-toplum ilişkilerinin demokratikleşmesine duyduğumuz gereksinim” hergün giderek artan ve ivme kazanan bir nitelikle karşımıza çıkıyor. Bu anlamda 1980 sonrası dönemde Türkiye “demokrasi sözcüğünün” en fazla kullanıldığı ve anlamsızlaştığı ama “demokratikleşmeye olan gereksimin” de toplumsal ilişkilerin her düzeyinde en fazla hissedildiği bir durumu yaşıyor.
[1] Türkiye”nin Siyasi Rejimini Tanımlamak,Mustafa Erdoğan, Hacettepe Üniversitesi, Tercüman, 03/11/03
[2] ag.m
[3] E.F.Keyman, postmodernizim,kimlik siyaseti ve demokrasi, Türkiye ve Radikal Demokrasi s.41, alfa yay.
[4] Smart,B. Modern conditions, postmodern controversies, (Routledge:London,1992)
[5] E.F.Keyman, postmodernizim,kimlik siyaseti ve demokrasi, Türkiye ve Radikal Demokrasi s.43, alfa yay
[6] açıklama için bak. Jameson F. “posmodernism or the cultural logic of late capitalizm”,New Left Review,166, (19987)
[7] Foucault, M. The Archeology of Knowledge,(Harper and Row:New York:1976)-Derrida,J.positions,(University of Chicago pres:Chicago,1981)
[8] E.F.Keyman, postmodernizim,kimlik siyaseti ve demokrasi, Türkiye ve Radikal Demokrasi s.47, alfa yay.
[9] E.F.Keyman, postmodernizim,kimlik siyaseti ve demokrasi, Türkiye ve Radikal Demokrasi s.78, alfa yay.
[10] Anthony D. Smith, Milli kimlik s. 18 İletişim yay.