Gecenin ilerleyen saatleriydi. Her zamanki gibi çok geç olmadan uyumaya karar vermiştim. Okumakta olduğum kitabın ağırlığı beni iyice bu kararı almaya teşvik etmişti. Göz kapaklarım kapanmak üzereydi. Küçücük odamın büyük bir bölümünü kaplayan yatağımı açtım, ışığı kapayarak boylu boyunca uzanıverdim. Ertesi gün yapmam gerekenleri düşündüm. Uyku sonunda galip geldi ve uyumuşum.
Zannedersem beş dakika geçmişti ki camdaki takırtıyla irkilerek uyandım. Odaya koyu bir karanlık hakimdi, göz gözü görmüyordu. Yatarken kilitlemeyi unuttuğum pencereyse takırtının etkisiyle açılamaya başlamıştı. Belki odama hırsızın girdiğini düşüneceksiniz ama bu mümkün değildir. Hiç sekiz katlı bir binanın altıncı katına pencereden hırsızın girdiği görülmüş mü? Evet beni de asıl tedirgin eden buydu. Yatağıma bir buçuk metre uzaklıkta camlar takırdıyor ve ben yatağıma takılmışçasına garip takırtıları dinliyordum. O an beynimin en fazla çalıştığı an olsa gerekti. Birkaç saniye sonra gırtlağıma sarılacak olan soğuk bir elden, apartmandaki güvercinlere kadar onlarca düşünce aklıma gelip-gitti.
Dilime dolanan ‘bismillah’ sözüyle çakılıp kaldığım yatağımdan nihayet hareket edebildim. Penceremdeki takırtı artarak devam ediyordu. Duvara tutunarak el yordamıyla bulduğum lambanın düğmesini çevirince kapkaranlık odayı florasanın aydınlığı doldurdu. Sesler kesilmişti. İki adım ötemdeki pencerenin perdesini araladım. Hiçbir şey gözükmüyordu. Hızla yarıca açılmış pencereyi kapadım. Sanki altıncı kattaki pencereye gelen içeri giremeyecekmişçesine bir oh çektim. Merakım korkumu bastırarak aralanmış olan perdenin köşesinden dışarıyı kolaçanladım. Binanın orta kısmındaki boşluğa hapsolmuş odamdan tam tepemde duraksamış dolunay çok güzel gözüküyordu.
Lavaboya gittim, elimi yüzümü yıkadım. Aynadaki yüzüme korkudan beyazlık hakim olmuştu. Olanlara halen daha inanmak istemiyordum. İçinden gelmeyerek tekrar odama döndüm. Oturduğum koltuğun üzerinde uyuya kalmışım.
Ertesi gün klasik koşuşturmaca aynen tekrarlandı. Sabahın erken saatlerinde ayrıldığım evime akşamın ilerleyen saatlerinde varabildim. Gündelik karmaşa bir önceki gece yaşadığım olayı unutturmuştu. Giriş kapısının kilidini çevirince sessizlik ve karanlığın çökmüş olduğu evde buldum kendimi. Holü kaplayan karanlık içime ürperti verdi. Ayaklarım odama doğru yöneldi. Biran odamda birilerinin olduğunu hisseder gibi oldum. Kendi kendime;
– Sinirlerim iyice gerginleşmiş.
diye mırıldandım.
Günlük okuma saatimi doldurduktan sonra uyumuştum. Rüyamda penceremdeki takırtıları duyduğum anı görüyordum. Korkmuştum. Yastığıma sımsıkı sarılıp yatağın köşesine sıkışmıştım. Bir ara odamın kapısı açıldı. Liseden çok yakın tanıdığım iki arkadaş içeri girdi. Odanın lambasını yakmamışlardı fakat pencereden gelen loş ay ışığı yüzlerini seçmeme yetiyordu. Bana ;
– Korkmana gerek yok, camı takırdatanlar bizimkiler, seninle şakalaşıyorlar. –dediler.
Odanın köşesindeki bilgisayarıma yöneldiler ve açtılar.Şifresini bilmeden bilgisayarı nasıl açtılar bir türlü anlayamadım. Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı ve sesiz sohbetlerinde ara sıra benim adım geçiyordu.
İrkilerek uyandım. Gerçektende odamı loş bir ışık kaplamıştı. Fakat ışık pencereden gelmiyordu. Bilgisayarım açıktı. Ellerimle duvarı yokladım, duvar buz gibiydi. Demek ki rüya görmüyordum. Acaba yatarken bilgisayarı açık mı unuttum diye düşündüm. Bu imkansızdı. Hem zaten kullanılmayınca bilgisayarıma yüklemiş olduğum program makinayı kırk dakika sonra otomatik kapatıyordu. Telaşla yerimden fırladım. Masaya varmadan bilgisayarın ara kabloyla bağlı olduğu prizden fişini çektim. Ama bilgisayar halen daha çalışıyordu. Uyku sersemliğiyle olanları yorumlayamıyordum. Beynim donmuş gibiydi. Odanın lambasını açtım. Bilgisayarın yanındaki güç kaynağına gözüm ilişti. Güç kaynağının devreye girmesiyle bilgisayarın çalışmaya devam ettiğini anlamam çok uzun sürmedi. Bu beni bir nebzede olsa teskin etmişti. Fakat korkudan odamdan dışarı çıkmaya dahi cesaret edemez hale gelmiştim. Kitaplığımda dedemin hediye ettiği dua kitabını gördüm. Dedem bu kitabı köyden gelirken çantamın bir köşesine koyu vermişti. Ama bir kerecik olsun açıp okumaya zamanım olmamıştı. Daha doğrusu açıp okumak istememiştim. O gece sabah tan atana kadar yaprakları iyice sararmış o dua kitabını okudum. Gerçi Arapça olan bu dualardan hiçbir şey anlamıyordum ya. Ne yaparsın insan korkunca büyük bir güce sığınma ihtiyacı hissediyor.
***
O gün akşama kadar nasıl gezdiğimin farkında değildim. Adeta bir hortlak gibi dolaşıyordum caddelerde. Son iki gecedir yaşadığım olayları kafamdan silip atamıyordum. Demek dünya biz insanların algıladıkları gibi değildi. Göz bütün eşyayı algılamakta yetersiz, kulak sesleri işitmede aciz kalabiliyordu. Her şeyden önemlisi aklım bu durumu kavramada yetersiz kalıyordu. Görünmeyen hakikatlerle burunburunaydım. Penceremi birileri tıkırdatıyor, bense onları göremiyordum. Gecenin bir yarısında bilgisayarım kendiliğinden açılıyor, ama ben duruma müdahale edemiyordum. Yavaş yavaş hayatımın dizginleri elimden alınıyor gibiydi. Kendimi adeta bir koyun gibi hissetmeye başlamıştım. Karıncaları düşündüm. Onların ve onlar gibi birçok beğenmediğimiz canlılarında seslerini işitemiyorduk. Hava ve akıl vardı ama göremiyorduk. Bana musallat olan canlılarda bu türden olmalıydılar. Fakat bunların farkları bilgisayarı açacak kadar akıllı olmalarıydı.
Sabahtan beri yürümekten yorulmuştum. Zaten gece uyuyamamıştım. Cadde üzerindeki içinden pis kokular gelmekte olan ahşap barın yanından geçerken içimden birkaç kadeh atmak geldi. Kendi kendime “- Oğlum sen aptalsın” diye mırıldandım. Karşımda her ne kadar tam olarak manalandıramasamda bir hakikat vardı ve ben iradesiz insanlar gibi gerçeklerden yüz çevirip kendimi o pis kadehin içine hapsetmeyi düşünüyordum. Ne kadarda iğrenç-tiksinti veren bir düşünceydi bu.
Yol üzerindeki çay bahçelerinden birisine uğradım. Ulu bir çınarın gölgesine konulmuş boş küçük masaya oturup kendime koyu bir çay ısmarlamıştım. Arkamdan tanıdık bir ses ismimle bana hitap ediyordu. Dönüp bakınca avukat Arif olduğunu gördüm. Masama geldi, izin isteyerek oturdu. Arif’le üniversiteye başlamadan önce dershanede tanışmıştık. Aslında iyi bir çocuktu. Fakat biz Arif İmam Hatip’te okuyor diye Molla Arif falan diye onunla dalga geçerdik. Ama İmam Hatipli olmasına rağmen karşımda avukat Arif oturuyordu şimdi. Hoş beşten sonra “-Yahu senin neyin var, yüzünden düşen bin parça, çok yorgun görünüyorsun” diye sordu. Olanları bir bir anlattım. Zaten kaç gündür içimi açacak bir dost arıyordum. Gülümseyerek “-Sana üç harfliler musallat olmuş “ diye söyledi. Üç harflilerde ne demek olur gibisinden yüzüne bakıyordum. Ceketinin iç cebinden kalem kağıt ve küçük bir kitapçık çıkardı. Buruşuk kağıt üzerine kalemi hafifçe bastırarak CİN diye yazdı. Fazla inançlı birisi değilimdir. İlk önce kale almak istemedim. Arif’i kırmamak için uzattığı kitapçığı alıp cebime koyu verdim. Çay bahçesinden ayrılırken Arif sıkı sıkıya tembih ediyordu;
– O kitapçıkta Bedir ve Uhud Savaşına katılan Sahabelerin isimleri var. Onları okuyup yanında bulundurursan korunursun.
Güneş guruba tulu ederken kasvetli bir gecenin beni beklemekte olduğunu düşünüyordum. Evime gitmek istemiyordum. Fakat şu koca şehirde geceleri sığınabileceğim tek liman duvarlarına yalnızlığın kazandığı daracık evimdi.
Ana cadde üzerinde birkaç volta yine attım. İşlerinden evlerine dönmekte olan insanlar aceleyle sağımdan solumdan geçiyorlardı. Gün boyu yürümekte olan ayaklarım iyice yoruldu. Bir taksi tutarak eve gitmeye karar verdim.
Evde adet üzere dış kapının gıcırtısı hoş geldin dedi bana. Açık kalan salon penceresinden giren tatlı bir rüzgar yüzümü yaladı geçti. Evin bütün lambalarını yaktım. Planım güzel bir çay demleyip, masamın başında yazılarıma devam etmekti. Mutfak adeta ana-baba günüydü. Uzun zamandır dökülmeyen çöp kokuşmaya başlamıştı. Gaz ocağının üstünü kalın bir pislik tabakası bağlamış, bir haftadır el değmemiş bulaşıklar dağ gibi yığılmıştı. Çay içmekten vazgeçtim. Odama dönünce ceketimi çıkartıp yatağımın üzerine gelişi güzel atıverdim. Ceketin iç çepine koyduğum Arif’in hediye ettiği kitabın ucu hafifçe gözüküyordu. Kitapçığı alıp okumaya başladım. Kitap oldum olası gerçek dışı bulduğum soyut kavramlardan bahsediyordu. Fakat son günlerde yaşadığım olaylar beynimde fırtınalar estirmiş, düşünce ve görüşlerimi alt üst etmişti. Kitabın girişinde ateşten yaratılmış oldukları iddia edilen cinlerden üç harfliler diye bahsediliyordu. Üç harften oluşan bu ismin kullanılması halinde bu yaratıkların konuşulan yere geldikleri üzerinde durulup, korunma yolları açıklanıyordu. Kitaba göre bu varlıklar pis ve dağınık yerlere gelirlermiş ve onlardan korunmanın temel şartları en başta temizlik ve bedir savaşına katılan sahabelerin isimlerinin okunmasıymış.
Kitapta yazılanlarla benim hayatım tam anlamıyla örtüşüyordu. Bir gün düzenli üç gün dağınık gezen tiplerdendim. Kitap bitince evimi baştan aşağı temizledim. Çok geçmeden mutfağım son ayların en temiz saatlerini yaşamaya başlamıştı. Arkadaşımın verdiği kitapta özellikle altı çizili bir isim dikkatimi çekti. Büyük harflerle Hamza Bin Ebu Talip diye yazılıydı. Kendi kendime;
-Benim dedem buradaki kahramanlardan birinin ismini taşıyormuş -diye mırıldandım.
Bu ismi güzel parlak bir kağıda yazıp odamın duvarına astım. O gün bu gündür evimin temizliğine dikkat etmekteyim. Ne zaman duvardan Hamza yazılı parlak kağıdı indirecek olsam odamın penceresinin takırtısını duyarım.
Bahaddin Yazıcı İzmit 16.6.2003
Yazar
Aslen Artvin’li olan Bahaddin Yazıcı, şuanda eşi ve 4 çocuğuyla birlikte Kocaeli’de ikamet etmektedir. Kendisi yazar, şair, gazeteci ve aynı zamanda Atak Domain, Domain Name Api Şirketlerinin kurucusu ve sahibidir.